Nasıl bir yazgıydı bu, yazanı yazdıranı belli olmayan? Hangi kader
çizgisiydi yollarını kesiştiren? Hangi rüzgarlardı o güzel kadını, onun
sakin küçük dünyasına getiren? Onu sakin denizlerden sürükleyip
fırtınalı okyanuslara atan? Sırası mıydı bu aşkın, o ununu elemiş
eleğini asmış, tüm sevdaları sürgünlere göndermişken?
Hangi acımasız yazgıydı, onu yeniden aynalara baktıran. O aynalar
ki, hiç yalan söylemeyi bilmezlerdi. Geçen yılların bırktığı izleri
insanın yüzüne acımasızca vururlardı. Azaltamazdı ki kalan saçlarındaki
akları, yüzündeki çizgileri. Küçülüp, eriyordu, o güzel kadının
belleğine kazınmış resminin yanında. Utanıyordu sevdasından, aşkından.
Ona giden yollardaki uçurumlar, engeller büyüyordu. O, giderek uzak ve
erişilmez bir tanrıça oluyordu. Kâr etmiyordu hiçbir şey; bilge
teselliler, kitaplarda okudukları.
İster itiraf etsin, ister etmesin, düştüğü durumun bir tek tanımı
vardı ve o da aşktı, sevdaydı. Ve o ömrümde hiç böyle sevdalanmamıştı.
Bu sevda, platonik, romantik gibi klişelere sığmayan bir sevginin
ürünüydü. Sözcüklerle tanımlanamayan, gece gündüz her saat, her an onu
düşündüren, ona özge bir sevdaydı. Ah, bu yürek değil miydi onu yakan,
bu onulmaz sevdalara düşüren. Sevginin o mütiş gücünü bu sevda ile
öğrenmişti yeniden. Sevdiğiyle sadece aynı mekanlarda olabilmenin bile
ne büyük bir mutluluk olduğunu, onun sadece telefondan duyulan sesinin
bile tüm gökyüzünü maviye çevirebileceğini, karanlıkları
aydınlatabileceğini bu sevda ile yaşamıştı. Ve aşkın insana çılgınlıklar
yaptırabileceğini yeniden ta kanında hissediyordu.
Aşık olduğu kadınla olan en kısa ayrılıklar bile ona dayanılmaz
geliyordu. Şimdi o yine uzaklardaydı. Ve ona olan hasreti aralarındaki
mesafeler artıkça artıyordu. Üstelik günlerdir ondan haber alamamak
kendisini deli ediyordu. Ona merhaba diyebilmek, bir tek sözcük de olsa
sesini duyabilmek için her yolu deniyordu. Ama tüm çabaları sonuçsuz
kalıyordu. Gece gündüz, her an onu düşünüp ona ulaşamamak, korkunç bir
ızdıraptı. Kahrolmaktan başka hiçbir şey gelmiyordu, elinden. Bu griler
grisi, mavi yoksunu gökyüzünün altında çıldırasıya özlüyordu o kadını,
onun gözlerini, gözlerinin rengini, gülüşünü.
Ayrılık acısıydı bu, kolay değildi üstesinden gelmek. Haykırsaydı
sevgisini pencerelerden, bağırsaydı adını sokalara, diner miydi acıları?
Yılın son günde yağan karın beyazına dökseydi karanlıklarını,
aydınlanır mıydı içi? Batmakta olan güneşin kızıllığına, sütmavisi
kesilen gökyüzüne çizseydi aşkını, azalır mıydı o kadına olan özlemi?
Kalemini kanına batırıp ak kağıtlara yazsa bu aşkı, biter miydi hasret?
Bu son ayrılık, onu genç kadına olan sevgisini sorgulamaya
zorluyordu. Aklı, bu sevdanın, hiçbir gerçekliğinin ve geleceğinin
olmadığını söylüyor; kendisi için hiçbir şey ifade etmediğin, senin
sevdana gereksinimi olmayan o kadını neden seviyorsun? diye soruyordu. O
ve kalbi akılına karşı inatla direniyorlardı. "Evet, değer", diyordu,
"yüz kere, bin kere değer!". Çünkü o kadın yaşamından çıktığında
kendisini tekrar ölü hayatların, mavisi ve güneşi olmayan günlerin
beklediğini biliyordu. "Değer" diyordu, "herşeye değer! Uğruna ölmeye,
çılgınlıklar yapmaya, deli divane olmaya, Kerem gibi yanmaya değer!"
Niçin mi? Sadece o kadını görebilmek için, sadece sesini duyabilmek
için, sadece güzel gözlerine bakabilmek için, o sıcak, o çocuksu
gülüşünü yaşayabilmek için. Onu görünce heycanlanmak, onunla konuşurken
toy bir delikanlı gibi ne söyleyeceğini, ne diyeceğini şaşırmak için.
Onunla birlikteyken, onu düşünürken tüm dünyayı, tüm kaygıları
unutabilmek için.
Tektaraflı sevdaların seveni acılara boğabileceğini ta başından
biliyordu ve o acıları ak kağıtlara dökerek, şiirleştirip,
öyküleştirerek yenebileceğini düşünmüştü. Ama bunun olanaksız olduğunu
kısa zamanda anlamıştı: Gerçek aşk kendini yazdırmıyor, kağıda
dökülemiyordu. Ve o aşka tutsak, aşık olduğu kadın ona yasak olsa da,
aşka ihanet etmemek için; insanı insan yapan o yüce duygudan yana olmak
için; belki de sadece "onu seviyorum, o halde yaşıyorum!", diyebilmek
için, sonuna kadar direnecekti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder